15 Mayıs 2012 Salı

ve tanrı özlem yarattı


Özlem bu blogu açarken bir fark yaratacağının farkındaydı. Hayatının hiçbir evresinde normal birisi olmadı zaten. Hep bir adım öndeydi bizlerden. Sevgiye dayalı bir dünyada yaşamak istiyordu. Bu da onun en zayıf noktası oldu kimi zaman. Hayatına girdiği, kıyısından geçtiği ya da göz ucuyla baktığı herkesin büyülendiği ve hayran kaldığı birisiydi. Geçmiş zaman kullanarak Özlem’i anlatmak ne kadar zor bir şey anlatamam. Gerçek şu ki; O artık en rahat uykusunu uyuyor. Uzun uzun bunun hakkında cümleler yazmıcam. Buna ne yüreğim el verir ne Özlem burada bunun yayınlanmasını isterdi…

Blogu bitirmeli miyiz diye düşündük Özlem’in kardeşiyle. Bütün anlarda yanında olsak, bütün yaşadıklarına şahitlik etmiş olsak bile biz onun kalemiyle anlatamayız bunları. Bu yüzden devam etmicez anlatmaya.

Onu ne kadar çok sevdiğimi ve ömrümün sonuna kadar da aynı şekilde seveceğimi buradan bir kez daha söylemek istiyorum. Umarım sesimizi duyuyorsundur Özlem. Umarım orası çok daha güzeldir senin için…

En sevdiğin, cepteki yavrun Tolga. 


25 Şubat 2012 Cumartesi

tamam o zaman ben gidip kendimi ayaklarımdan tavana asayım

En ilgili doktorumun en steril odasından çıktığımızda kapının önünde bizi merakla bekleyen tolga ve çiğdeme 'önce kemoterapi, sonra da ihtiyaca göre radyoterapi alacakmışım' dediğimde yüzümü görseydiniz bu iki konuda ihtisas yaptığımı sanırdınız. Çünkü içerideyken canım doktorum bizi bu konuda bilgilendirmiş, yetkin hale getirmişti.
-Kemoterapide adından anlayacağınız gibi ilaçla tedavi ediyoruz, radyoterapide adından anlayacağınız gibi radyasyon yani ışınla tedavi ediyoruz.

Vay anasını ya... Lisede nevzat diye bir vatandaşlık bilgisi öğretmenim vardı. Van gölü canavarı hikayelerinden sonra aslında fırat gölü canavarı da olduğunu, kendisinin boyutunun malatya kadar olduğunu (fırat oldukça ufak bir nehirdir, malatya kıyaslamasındaki mübalağa fark edilsin diye bildireyim istedim) kendisinin onunla savaşıp onu ortadan kaldırdığını falan iddia edecek kadar özel bir yaratıcılığa sahipti ve kendisine sorulan dersle ilgili sorulara çok manidar bir yanıtı vardı ;

-hocam yargı yetkisi türkiye cumhuriyetinde neden devredilemez.
-cevabı kendi içinde çocuğum. siz daha soruları okumuyorsunuz ki , hepiniz tembelsiniz.... ile başlayan uzun bir aşağılama silsilesi.

Kemoterapi ve radyoterapi 'adından da anlaşılacak' birer tedavi yöntemiyken en avam biçimde orada durmuş soru soran o halimiz ve elit doktorumun duruşu bana nedense o ortaokul yıllarımı anımsattı ve hemen kafamdan geçen soruları sormaktan vazgeçtim. Zira hangisinin adından anlaşılıp anlaşılamayacağını ayırd edebileceğimden emin değildim. Hal böyle olunca hislerimi kendime nasıl oturttumsa tolga ve çiğdem de sanki çok iyi anlamışlarcasına hiç soru sormadılar. Ve bilginin hepimize verdiği o dingin(!) sessizlikle ilgili kliniği terk ederken içeri girdiğimizde mevcut olan o heyecan, panik, etrafı kırıp dökme sakarlığı gitmiş yerini anlamsız bir boşluğa bırakmıştı. Ama yine de hepimizin içinde 'ne de olsa dilek var, o bizi aydınlatır' diye bir inanış vardı ve bu bizi ister istemez rahatlatıyordu.


Eve geldik ,hiç acele etmeden kıyafetler değiştirildi vs, müzik durunca aniden yerlerine oturan evlilik programı seyircileri gibi bir komutla dizilip oturduk. Herkesin rolü belliydi, dilek birazdan bir tıp fakültesi son sınıf öğrencisi olarak hepimizi aydınlatacaktı. Az az çaktırmadan başladık.

ben-şimdi bu kemoterapi ilaç tedavisi yaaa, nasıl bir ilaç bu
dilek-ilaç ya.... kanser ilacı işte......
ben-hımms ilginç.- ben de mide ilacı sanmıştım.- peki nasıl alınıyor
dilek-işte damar yoluyla....... ya da ağız yoluyla........ falan.......
ben-vay bee, sanki başka yol var gibi.- iyi güzel peki ne kadar zamanda bir alınıyor
dilek- o değişir........

Garibim dilek de konuyla ilgili ne yazık pek bir şey bilmiyordu ve her türk gibi bilmiyorum diyen geni bozuktu. (hani adres sorduğunuzda türkiye sınırlarında asla bilmiyorum yanıtı almazsınız ama beş dakikalık bir adrese yarım saatte ulaşan bir tomar örnek mevcuttur.)bu da ikinci seçenek olan kahraman yağmurun (bir kere düşüp ağzımı yüzümü patlattığımda yağmur;'et koy', dilek de 'ekmek çiğne' demiş  güzide insanlardır)
da bu konuda bize yardımcı olamayacağını gösteriyordu.

Ve işte genel öğrenme yöntemi ama bence en iyisi de bu; 'tecrübe ederek öğrenme'.

Ama ben yine de biraz bilgi vermek isterim blogu okuyan ben pozisyondaki hastalar için. Çünkü kemoterapi denince herkes alır eline sazı ve dünyanın en acıklı uzun havasını berbat bir sesle okumaya başlar.

-Ahh herşey neyse de kemoterapi çok kötü
-Miden çok bulanıyor hiçbişey yiyemiyorsun
-Çok halsiz oluyorsun
-Öyle kötü ki kendine gelemiyorsun
 -Saçların dökülüyor

Demem o ki  söylenenleri dinlesen -ki dinlersin- yani salla gitsin ya, kanserden ölmeyi beklemek daha az acılı olacak galiba dersin. Ama şu anda açıklayacağım bazı gerçekler şok şok şok etkisi yaratabilirr..... Azz soooonraaaaaa.....

Olayın patolojisi şöyle; kanser hücreleri aslında her vücutta var. Ne zaman ki savunma hücrelerin kanser hücreleri ile baş edemeyecek noktaya geliyor o zaman kanser hastası sınıfına terfi ediyorsun. Bu hücrelerin iki belirgin özelliği var;
-Çok hızlı ürüyorlar
-Şekerle besleniyorlar

Bu yüzden amaç onların üremelerini durdurmak ve besinlerini kesmek. Kemoterapi ilaçları da tam olarak bunu yapıyor. Ama işte daha azcık ilkel olduğundan seçici geçirgen özellikte değil. Faydalı zararlı ayırmadan vücuttaki tüm hızlı üreyen hücreleri yok ediyor. Dolayısıyla hızlı üreyen saç, kaş, tırnak, bağışıklık sistemi gibi hücreler de üremiyor. böylece saçlar dökülüyor, vücut halsiz düşüyor, yan etki olarak azcık mide bulantısı, baş dönmesi falan yapıyor.

Şimdi olaya bir de şöyle bakın;
bir kere ilaçlar 3-4 haftada bir alınıyor genel olarak.bu yan etkiler de ilk haftada görülür sadece hatta ilk birkaç gün ve temin ederim iyi bir diyetle hiç yok gibi oluyorlar. psikolojik olaraktan özellikle yıkıcı olan saç olayı ise bence tam bir avantaj. saçlarım dökülünce ilk etapta bir 'hadi lan' olduktan hemen sonra perukçuları keşfettim. böyle bir lüks olamaz ya. peruklar 50-70 lira arası değişiyor, sentetik bunlar ve gerçek saçtan asla ayırd edemezsiniz ve bir de bakıyorsunuz ki giydiğiniz kıyafete göre saçınız olmuş. ben bu süreçte her model her renk saç denedim, çok eğlenceli bence.

Tüm bu anlattıklarımdan yola çıkarak demek istediğim tam olarak şu,o odaya girin ve kararınızı verin dedim ya, yapmanız gereken tek şey gerçekten de bu. Bir savaşa giriyorsunuz ve bir sürü askeriniz var, onları iyi huylu ve mutlu olanlardan seçin. doktorunuzdan tutun da o süreçte hayatınızda olacak bakkal amcayı bile seveceklerinizden seçin. ve tek kumandanla yönetin,fikir almayın demiyorum ama kararları siz verin. ben bu süreçte gördüm ki bu işi hiç ilaç almadan beyin gücüyle yenen var, meditasyon yoga ile yenen var, ilahi güçlerle yenen var, sadece otlar kaynatıp yenen var, kemoterapi ve süreç esnasında kendini tüm toplumdan izole edecek titizlikle yenen var ama her türlü en kötüsünü, tıbbın en olmaz denilenini bile yenen var. ben sadece şunu merak ettim o yaptıysa ben neden yapmayayım ki =)=)


 Meraklısına not: Sürekli bahane anlatan gecikmiş sevgili rolünde buluyorum kendimi ama süreç ilginç süreç ya, değişik bir tedavi sürecindeyim, ilerleyen zamanlarda paylaşacağım üzre. o yüzden sık yazamıyorum ama işler iyi gitmeye başladı, mutluyum o yüzden şımarıklık hakkım varmış da onu kullanmışım gibi bir izlenime kapıldım,bozmayın nolcak yahuu ;)

28 Ocak 2012 Cumartesi

O esnada Saba Tümer her şeyden habersiz, şirinlerle monopoly oynamaktaydı



Arka fonda 'dın dın, dın dın' diye bir sesle ilgili görüşme odasına girdim ama acemiyim tabi, konuya henüz hakimiyet kurmamışım. Bacaklarım titrer bir yandan, kalbim ağzımdan çıkmaya çalışır bir yandan. Şimdi olsa her şey çok daha profesyonel bir biçimde ilerlerdi ama neyse artık böyle gelişmesinin de bir anlamı vardır der içimdeki kaderci ile selamlarım hepinizi.

O gün yepyeni şeylerden bahsedilmekteydi. Alanında en birinci uzman olan doktorla görüşmüş birden cümbür cemaat sıkıştırılmış İngilizce kursuna gitmişçesine kanser hakkında artık çok daha bilgili ve hatta neredeyse yetkindik. Ama şimdi aramızda geçen diyalogları düşündükçe gülmekten kendimi alamıyorum ve sizinle de paylaşmak istiyorum.(Nüktedan insanım yaa, severim insan güldürmeyi hah )

Öncelikle kısaca doktor maceramız hakkında bilgi vereyim. Şimdi ilk olarak sabah kalktık annem, ben, çiğdem (kız kardeşim olur), tolga (kendisi cebimdeki kangurudur o derece lakayıt yakınlığımız var), dilek(en yakın arkadaşımdır ve tıp fakültesinde son sınıf öğrencisidir-bu bilgiye ilerde ihtiyaç duyulacağı için veriyorum, boşboğaz demeyin bozuşuruz). Hepimizde bir telaş ama ben böyle bir şeyi hayatımda ilk kez görüyorum. Herkeste bir birbirine bir soru sorma, bir dokunma ya da herhangi bir ilgi kurmaya dair acayip bir gerginlik, öyle ki yanlışlıkla çarpışsak çizgi film karakterleri gibi patlayacağız. En komik görünümlü olan annem tabi, stv nin 5.boyut falan gibi dini programlarındaki figüranlar yanında halt etmiş. Güya hiçbir şey yok, çok metanetli ama konuşurken arkada melodik bir dıp-tıs ritmi kalpten geliyor.


Neyse zor bela her seferinde ya birimizi ya bir şeyi unutarak altı-yedi deneme sonucunda başarıya erişerek taksiye binebildik ve ilgili kliniğe gittik. 'İlgili klinik' tamlamasını yazdığımdan siz ne kadar ilgili bir klinik olduğunu tahmin edemezsiniz ama vurgumu duysanız anlardınız ki, oldukça ilgili. Şöyle ki; tüm doktorlar aslında fakültelerde de çalışmaktalar ama fakültelerde bu adamları bulabilmek ilk çağda yer çekimini bulmaktan daha zor ama yanlış anlaşılmasın elbette imkansız değil. Ve fakat iş klinik düzeyine geçince inanamazsınız çağ atlar gibi hissediyorsunuz kendinizi, giriyorsunuz hooop bir bakıyorsunuz doktorla msn smiley leri yollamaktasınız birbirinize, e tabi cüzi bir meblağ karşılığında. Tek sorun var nefes almaktan selam vermeye kadar her şey 'meblağ’lı. Neyse canım sonuçta canımızdan kıymetli değil ya, keza klinikte de her yerde öyle bir mimik hakim 'gereği neyse yapılsın, parası neyse veririz'. Tüm bu hengame içinde beş kişi olarak bekleme salonunun yarısını doldurmuş, paramızın hakkını almaya kararlı bir şekilde beklemeye başlamıştık. Derken gülüşü Saba Tümer'i dahi özleten sekreter kız bizi içeri aldı ve kim gelecek kim kalacak bir kılıç kalkandan sonra annem, ben ve dilek girdik.




 Evet, inanılır gibi değil ama şu an resmen onunla yüz yüzeydik ve aman Tanrım o da neresinden bakarsan bak insandı. Sol kolunu uzatarak koltukları işaret etti ve suratında o deep freeze gülümseme vardı. Öyle ki biri sağ yanağına aniden vursa soldan çatlamaya başlayacak gibiydi. Ama tabi sizi uyarmam gereken bir husus olarak; böyle anlarda mantık ve gerçeklik duygunuzu yitiriyorsunuz ve size sunulan tüm iyi şeylere inanılmaz bir hızda ve kuvvetle inanıyorsunuz. Eğer bu duyguyu kontrol etmeyi başarırsanız kesinlikle iki adım öne geçersiniz. Velakin ben zaten önceden de pamuk şekerin pamuğuna bile tav olan, iyimserlikte polyannaya bile depresif günler yaşatan biri olarak bu adama öyle inandım öyle inandım ki, sizin o yedi yaşınızda uslu durup şirinleri görmeyi bekleyen haliniz beni görse olay yerini terk ederdi. Artık benim karşımda bir doktor değil bildiğin süperman'in organik hali vardı. Öncelikle hikayeyi sordu, başladım anlatmaya, sonra röntgenleri aldı ve bakmaya başladı. O an suratında oluşan ifade öyle bir ifadesizlik barındırıyor ki (sanıyorum hekimlere bu konuda ders veriyorlar zira ilerleyen süreçlerde çeşitli başka doktorlarda da bire bir aynısını gördüm) ben on yedi yıldır tiyatroyla uğraşıyorum, o mimiği veremem. Tabi o mimiği karşıdan izlemek dünyanın en zor şeyi sıralamasında top onda kesin yerini alır. Kafasını kaldırdı, ben kaç ay ömrüm olduğunu söyleyecek diye bekliyorum, 

-Önce KEMOTERAPİ, sonra RADYOTERAPİ uygulayacağız dedi.

Bu iki kelimeye dikkat ediniz zira ben otursam yanıma yüzüklerin efendisindeki orkları da alsam bu iki kelimeye çarpık anlamlar yükleme konusunda aylarca çalışsak bu kadar çarpık anlamlar yaratamayabiliriz.

Meraklısına Not: Yeni aldığım ilaçlar beni arada duvara bir sinek misali yapıştırınca pes edeceğim sandılar ama  bunun mümkün olmadığını bence fark ettiler. Tabi bu arada biraz uzun zaman geçti yazı yazamadım ama siz anlarsınız ;) Bir sonraki yazım da yaygın ve yanlış kemoterapi ve radyoterapi tanımlarıyla ilgili olacak, en kısa sürede görüşmek üzre... 

2 Ocak 2012 Pazartesi

Taktik, teknik ve strateji

Hazırlığımızı bitirdik, en sevgili kanserimizle tanıştık, bir kaynaştık, altından girdik üstünden çıkamadık, bir hakimiyet kuramadıksa da seviştik işte. Bu görev de bittabi tedavi süreci ile devam etmektedir. Bu arada fark ettiğiniz üzre 'tedavi süreci ' dedim ve siz de okurken bunda bir gariplik görmediniz. Demek ki neymiş???? Kanser tedavi edilebilen bir hastalıktır. Çünkü ne yazık ki bir takım geri kafalı, kendini bilmez insan bu gerçeği oldukça reddeder bir halde yaşar ve en zor kısım bunu çözebilmektir. Gidersin;
-Kanser olmuşum
-Vah vah çok gençsin.
    Ya sanki gitmişim de cumartesi bir maniniz yoksa cenaze namazıma gelir misiniz? demişim. Bir de bunların bu ön yargısı var ya asla kırılmaz. O yüzden eğer ki siz 'vah vah' çok genç olduğunuzu falan düşünmüyorsanız baştan hemen bu zihniyetle en sert şekilde savaşmaya hazır olun. Bu kısım tamamsa yani eğer kendinizi memeleri  pervazdan sarkıtan o felaket tellalı teyzeyle başa çıkabilecek gibi hissediyorsanız tamamdır,gidin ayaklarınızı uzatıp yatın,süreç bitti sayılır ;)

Ben bir müddet bu teyzelerle uğraştım ama siz iyi olunca çok üzerinde durmuyorlar. O yüzden onların yanında ne yaparsanız yapın asla ölü taklidi yapmayın. Müteakip aşama olayın tıbbi kısmıdır. Tıbbi olduğu için çok net formülize edilebilir görünür ama ilginçtir ki eğer hastalığınız kanserse tıbbi tedaviniz de tamamen kendinize hastır ama iyi anlaşılsın hastalığın türüne göre değil direkt kişiye göre değişkenlik gösterir. Bu yüzden öncelikle her şeyi yanınıza alın ilk olarak. Ama bu konuyu öğrendiğiniz andan itibaren bu hastalıkla ilgili, yanından geçen, hafif anımsatan vs dahil her şeyi; her envanter, her tahlil, her röntgen, her fikir, her his hepsini alın ve kendinize sessiz bir oda bulun. Ve kendinize bir savaş taktiği geliştirin. Eğer bu kısmı hakkıyla gerçekleştirebilirseniz gerçekten de bu hastalığı yendiniz sayılır. Her şeyi düşünün ve kendinizi iyi hissettiren o seçeneği netleştirmeden o odadan dışarı çıkmayın.


Meraklısına not: Hala tedavi görmekte olduğumdan eğer yazmaya kısayı geçen aralar veriyorsam bilin ki ilaçlarla tekme tokat birbirimize girmişizdir.

17 Aralık 2011 Cumartesi

Hazırlık bitirmenin yarısıdır, yaptım oldu

 Bir önceki yazıda belirtilen görüntüleme sistemleri sonuçlarına göre kemik sintigrafisi, mümkünse parça alıp biyopsi yapma vs gibi tam hakimi olamadığım bir takım eylemler daha yapılıp kanserinizin tanısı konmuştur. Yaşasınnnnnn !!!!!!!

Evet teşhisimiz netleştiğine göre mutluyuz, gururluyuz, olaya hakimiz bir kere neremizde, ne kadar, ne şekilde kanser hücrecikleri var biliyoruz, hemen yanlarına gidiyoruz bir omuz önde bir kaş havada hadlerini bildireceğimizi beyan edip olay yerini terk ediyoruz.

Benim bu tatlı tetkiklerimi yaptırmak üzre koşar adım memleketten kalkıp tıbbın göbeği olan İstanbula geçiş yaptık. Ama biz geçerken işte parça iki süper patolojiye gitti falan ve iki başka teşhis geldi. Birincisi ilk etapta bahsetmiş olduğum; rabdomiyosarkom ki bu süper agresif -yani hızlı yayılan- bir tür olmasına rağmen hikayenin iyi kalpli karakteri yani iyi ihtimali, çünkü ikinci teşhis rabdomiyoblastik differansiyon gösteren malign triton tümörü. Bunun anlamı tam olarak şuymuş ki; beş sene içinde yaşam oranı yüzde yirmi, yani bir yerde diyor ki; ölürsün. Bunu öğrenmek gerçekten çok zordu hiç öyle delikanlılık yapamayacağım. Bir hafta aynı çekyatın üzerinde hiç kalkmadan yattım ve her an geleceğe dair her hayalim biraz daha silikleşti, onlar silikleştikçe de ben koltuğa daha bir yapıştım. Yapıştıkça da fiziksel olarak da daha hasta oluyorum.İşte kansere yenildi dedikleri şey tam olarak buymuş, koltuğa yapışmak. Yani ne yaparsak yapalım o  koltuğa yapışmıyoruz, anlaştık mı ;) Abi hem ne yapışacaksın koltuğa ya amele balgamı gibi, hoş değil bir kere, hem çok icab ediyorsa o kendisi yapışsın. Yani kaçan kovalanır mantığı kanserde de geçerli bir ilkedir, ilgilenmeyin ya, ilgilenmezseniz istediğiniz neticeyi çok daha seri alırsınız. Böyle çok üzerine giderseniz bir tarafı kalkar, bir şımarır, bir öyle bir kendini bir şey zanneder bunlar. Ama dikkat çok da ilgisiz bırakmayın, bu sefer de dikkat çekmeye falan çalışır, demem o ki her şey çok ince bir ayar ile verilmelidir, tipik vur-kaç taktiği uygulanmalıdır.

Gereken umursamaz tavrı takındığımıza, alt bilinci sahiplendiğimize göre artık savaşa hazır sayılırız.;)



13 Aralık 2011 Salı

Ooooo kimler gelmişşşş

Hani aşık olduğunuz sabahlar vardır, böyle içinizde özel bir kıpırtıyla uyanırsınız;sanki böyle aslında son yarım saattir uyanmışsınız da içinizden koşuyomuşsunuz gibi. Hah bu sabah da öyle olur sanki son altı yüz saattir uyanıkmışsınız da içinizden ağlıyormuşsunuz gibi.İlk düşünce şudur ; 'Allah'ım belki de hepsi bir rüyaydı', her ne kadar rüya olmadığını bilseniz de öyle bir arzunuz vardır nedense, insanoğlu her zaman yapı itibariyle kolay olana yönelmektedir zaten. Misal bu kolaya, efendime söyleyeyim rahata yönelme bende çok daha gelişkin -ki buna halk arasında tembellik de deniyor sanırım. Ama o sabah o rahatlıktan ziyade benim de midemde çalan bir takım enstrümanlar yok değildi, müzik her daim ruhun gıdasıdır da sanırım benim içimdeki çalgıcı abiler mevzuya çok hakim değillerdi nedense. Suratımda da böyle soldan yenmiş bir yumruk gibi bir acı ama dediğim gibi tek taraftan bakınca anlaşılabiliyor. Bir sabah bir sabah ki tadından yenmez, bir sabah ki eşi benzeri emsali yoktur hayatınızda. En sessiz ve sakin biçimde kahvaltı edilir, sanırsınız ki ortamdaki herkes tanışalı beş bilemedin on dakika olmuş, yani sanki onca yıllık ale değillermiş de öyle yolda yürüyorlarmış ilgilerini çeken bir şey olmuş da geçerken uğramışlar gibi. Herkes hiç olmadığı kadar naziktir, babanızı bile herhangi bir ingiliz asilzadesinden ayıran tek şey yemek yerken aralara eklediği özel musikidir.

Derken kahvaltı biter ve aniden biri ondan geriye saymışçasına bir koşuşturmaca  başlar. İki gün sonra çıkılacak yolculuk, çektirilecek MR, BT,PeT-Ct efendime söyleyeyim alınacak kemoterapi, yok radyoterapi planları en cahil biçimleriyle ortaya saçılır ve işte bu satır aralarında dünyanın sonu ile karşılaşırsınız ; SAÇLARINIZ MI DÖKÜLECEK!!!!!!Artık aklınızda hep iki soru vardır saçlarınız dökülecek mi ve diğeri ya da en azından herkes bunu böyle sanır. Düşünsenize kanserinizin evresini, durumunu, ilerlemesini sormadan saçınızı soran insanlar çıkar karşınıza. Demem o ki süreç gittikçe daha bilinmez ve gizemli bir hal almaya başlar. Evet şimdi o kavramlara bir göz atalım,inanın büyük kolaylık olacak ;)

MR; bu emar diye okunan bir tip cihazdır,çok şişman adam da sevmez,en fazla 100 kg. işte gidersiniz kolunuzu, bacağı gövdeyi neyim sokarsınız o da kolunuzun iç dış şeklini şemailini çizer çıkarır, kanser buralarda gelmiş mi, vay niye gelmemiş, halbuki gereken misafirperverlik bizde de vardı falan düşünceleri ve kaygılarını falan da gösterir, laciverdimsi garip plastik benzeri bir kağıda da bir güzel baskı yapar, verir adamın eline.

BT; bu bt de emarın daha hızlı ve radyasyon vermek suretiyle zarar vererek çalışanıdır ama mesela ben bunu daha çok seviyorum zira öbürünün bir saatte çektiğini bu arkadaş 10 dk da çekiyor valla.

Pet-CT; bu arkadaş da bunların ağa babası, efendisi gibidir. Çok ehemmiyetli bir iş yapmak gibidir bunu çektirmek, bir gece önceden hazırlanmaya başlarsınız. Bir katı maddeyi suda çözersiniz, geceden başlayarak belli aralıklarla içersiniz, sonra sabah görüntüleme merkezine gidersiniz, sizi bir odaya alırlar ve neyiniz var neyiniz yoksa alırlar, şaka yapıyorum sanıyorsunuz ama alırlar. Hatta bu da yetmez sizi o odaya kapatıp ışıkları söndürürler, anlayacağınız olayın kendine has ayrıntılı bir ritüeli vardır ve en son size radyoaktif bir madde verirler. Artık siz de radyoaktif sayılırsınız özellikle bebekler ve hasta insanlar olmak üzre herkeslere takip eden 24 saat yaklaşmamanız tavsiye edilir. Normal küçük dünyanızda bir uzaylı muamelesi görür, itiraz dahi edemezsiniz.
Ama sonuç süperdir, tüm vücut cm sine kadar taranır, duyarlılıkta sınır tanımaz, ondan hiçbir şey saklayamazsınız, sivilcenizi bile,minicicik kanser hücrelerini bilem tutar. İşte tek bir kusuru var tutar ama ne tutttuğunu bilmez ona sorsanız akne mi, tümör mü öyle aval aval bakar ama olsun o kadar kusur kadı kızında da olur diye düşünüyorum.

olayın görüntüleme kısmı böyledir genel oarak, bunlar tanı için gereklidir.


Meraklısına not; bu bahsettiğim ve bir sonraki yazıda bahsetmeye devam edeceğim kavramları sağa sola sormayın, bizzat bir bilene danışın yanlış yönlenip paranoyalarla boğuşmayın, çünkü bilirsiniz ki bizim milletimizde 'ben bilmiyorum' diye bir kavram yerleşik değildir, yazık etmeyin kendinize ;)

7 Aralık 2011 Çarşamba

Püh ya aynı anda hem kanser hem insomniac oldum, ne talihsizim ben

Eee elbette o ihtişamlı önem hissi ve de kalabalığın o her şeyi unutturan gürültüsü bitecek ve gece olacaktı, ne sandın şapşal. Ve işte zurna adlı enstrüman bir yerlerde zırt pırt zırt diyorsa da bu en 'zırt' dediği anlardandır. Evet ve siz ilerde de sıklıkla tekrar edeceğiniz,o güzide, hiçbir boka yaramayan, deri tırmalayıcı saçma soruları sormaya başlarsınız ve böylece ruhunuzun derinlerindeki mazoşistle de sıkı muhabbete geçersiniz. Bu saçma sorular aşağıdaki gibidir;

- Neden ben?
*Valla sana özel bir şey değil, kendini öyle tepeye çıkarıp şımarmanın hiçbir anlamı yok,inan milyonlarca var. Hem arkadaşım bunca sene 'neden ben değil' dediğine de hiç rastlamadım, bence bu soruyu hemen unut yoksa kaybeden sen olursun, rencide ederim valla !

-Ölür müyüm acaba?
*Heyhat hangimiz ölmicez ki. Ah dostum asla unutma hepimiz bu dünyada misafiriz hey heyyyyy, hey gidi rahmetli babaannemin sakalları çıkmıştı yaa... ne yani 100 yaşına gelsen de dişsiz,sakallı falan olsan daha mı iyi???

-Ne kadar ömrüm kaldı acaba?
*Allah'ım nerede bir cahil onu tuttun bana verdin. Bak kardeşim şöyle anlatayım;şu an itibariyle senin ölme ihtimalini kanser olduğun için %50 varsaysak;tansiyon,iç kanama, kalp krizi,vs gibi ani hastalıklar,  trafik,gasp,kapkaç gibi vandalist kimliklerin olası saldırıları, güzide bir memlekette yaşadığımızdan sebep başımıza gelebilecek ne bileyim bir inşaattan cam,çimento,tuğla düşmesi, kazılıp uyarı işareti bırakılması unutulmuş herhangi bir kanalizasyon çukuru ve buna ek olabilecek çeşitli olur olmadık etkenler baz alınırsa dışarı çıkıp eve dönen herhangi birinin ölme ihtimali yaklaşık %72.  Bilmem anlatabildim miiiii !!!!!!

Şimdi bu yukarıdaki soruları dikkatle üç beş kez okuyun ve aklınıza her geldiklerinde hatırlayın ki bu saçma soruları sorarak ancak vakit kaybedersiniz. Ama tabi tüm bu söylediklerim hiçbir işe yaramayacak ve o gece, son derece saçma bu sorularla ve bayağı da uzun geçecektir. Hadi bir gecelik izin veriyorum ama bir daha olmasın! Tabi içinizden 'ya sen naptın sanki aslan' diye posta koymalık cümleler geçebilir ama benim hikayem trajikti ya, hiç sormayın.

Biz mevzuyu öğrendik, masaya oturduk ya hani, yani daha ilk evrede iken bizim masadaki herkes, annem,babam,amcam, anneannem, kardeşim falan hep ağlamaklı idi ve alışılageldiği gibi ailenin en şaklabanı olan ben, hepsini toplayıp o moral konuşmasını yapmak durumunda kaldım ve nasıl olduysa bir şekilde ben de anlattıklarıma inanmış olmalıyım ki o soruları hiç sormadım. Ah ah tüm ailenin yükü bende ya, ne bitmez çilem varmış, hep soytarılık yap, hep sempatik ol, hiçbir vasfın var gibi davranılmasın, zaten biliyorum önceki hayatımda da saray soytarısıydım ben.Bu arada belirtmek isterim ki zaten konu da bayağı geniş ve çok yönlü olduğu için o soruların hasretini de çok çekmedim, daha bayağı vardı zaten. Ben de onlardan beğendiklerimi seçip başımı yastığa koydum ve sabaha kadar cebelleştim, merak etmeyin yani kaderimiz aynı ;)


Meraklısına not: Bu yüzden bu tip umutsuz sorular aklınıza geldiğinde hemen ilk tuttuğunuz insanı alın ve kanseri nasıl yeneceğinizi oturup ona anlatın. Baktınız ki sokakta falansınız tanıdık biri yok hemen biriyle tanışın, böyle mucizevi bir rahatlama olamaz, güvenin bana, güven diyoruz arkadaş sorgulayacaksan okuma ya,bi git, kaybol, cık cık cık

Meraklısına bir not daha; herkes de uyudu, aman da hiç sevenim yokmuş, ne kadar da yalnızım gibi saplantılı düşüncelere kapılmayın, kimsenin uyuduğu yok